50. yılında Avrupa’da göç

  • SODEV Onursal Başkanı, Eski Kültür Bakanı Siyaset Bilimci Yazar Ercan Karakaş, Türk Alman Bilimsel Eğitim ve Araştırma Vakfı  Başkanı Prof. Dr. Faruk Şen, Belçika Parlamentosu Sosyalist Milletvekili Fatma Pehlivan, Danimarka Parlamentosu Sosyal Demokrat Milletvekili Hüseyin Araç ve Almanya Hür Demokrat Parti Aşağı Saksonya Delmenhorst Milletvekili Murat Kalmış “Aydınlarla Yüz Yüze”de Türkiye’den Avrupa’ya işgücü göçünün 50 yılını ve bugünkü sonuçlarını değerlendirdiler.

Basın Kültür Sarayı Uğur Mumcu Etkinlik Salonu’nda gerçekleşen söyleşiyi eski Kültür Bakanı Ercan Karakaş yönetti. BGC Başkanı Nuri Kolaylı söyleşinin başlangıcında konukları selamladı. Kolaylı, kısa konuşmasında bir göç kenti kabul edilebilecek Bursa’da, Avrupa’ya işgücü göçünün elli yılının Avrupa’da yaşayan Türk milletvekillerince değerlendirilmesinin ilginç ve öğretici olacağını umduğunu söyledi. Kolaylı, söyleşilerin Nilüfer Belediyesi ile birlikte düzenlendiğini de hatırlatarak, Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey’e ve söyleşilere katkıda bulunan sponsor kuruluşlara teşekkür etti.

Eski Kültür Bakanı Siyaset Bilimci Yazar Ercan Karakaş söyleşinin giriş konuşmasına, “Avrupa’ya göç” ün ilk sürecini, ilk yıllarını karakterize eden kimi olayları hatırlatarak başladı. Karakaş, Bülent Ecevit’in Çalışma Bakanlığı döneminde Almanya ile yapılan bir anlaşmanın yürürlük kazanmasıyla başlayan göçün, başlangıçta gerek Avrupa ülkeleri için, gerekse Türkiye için yalnızca “ekonomik” bir anlam taşıdığını söyledi.  Göçün insani ve sosyal taraflarının bu aşamada yeterince görülemediğini, buna ilişkin önlemlerin de alınamadığını belirten Karakaş, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Buna karşılık Türkiye’den Almanya’ya ve öteki ülkelere göçenler de, durumlarını  ‘geçici’ bir hal olarak görüyorlardı; ‘Gurbete’ çıkmışlardı, ‘birkaç yıl çalışıp biraz para biriktirip memlekete döneceklerdi’! Ne var ki, dönemediler ve sorunlar başladı. Çünkü yalnızca işgücü değillerdi; diliyle, kültürüyle, geleneğiyle, yaşam biçimiyle insandılar! Türkiye’nın daha elektrik bile götüremediği köylerinden kalkıp gelmiş çağdaş sanayi toplumunun içine düşmüşlerdi ve dört kuşaktır oradalar. Almanlar, ‘artık gitsinler’ demeye çoktan başlamışlardı.  Uyum yasaları ve özellikle Sosyal Demokrat hükümetlerin kimi uygulamalarıyla önemli adımlar atılmış olsa da, sorunlar sürmektedir. Çünkü kabul etmeli onların da sorunları var. Ekonomik refahın her şeyi daha kolaylaştırdığı bir zamanda değiller. Sağcı politikaların, milleyitçiliğin sömürdüğü işsizlik gibi, ekonomik durgunluk gibi sorunları var… Türkiye’nin daha aktif bir tutumla yurttaşlarına sahip çıkması gerekirdi. Ne yazık ki onları yalnızca döviz kaynağı ve lobi gücü olarak gördü Türkiye. Öyle de görmeye devam ediyor…”

SODEV Onursal Başkanı Ercan Karakaş, Prof. Dr. Şen’in uzun yıllardır Almanya’da ve Avrupa’da Türklerin sorunlarıyla ilgili çok sayıda araştırma yaptığını; bu sorunların çözümü için de çok ciddi çaba harcadığını hatırlatarak, söyleşide ilk sözü Prof. Dr. Şen’e verdi.

AVRUPA’DAKİ TÜRKLER ÖNEMLİ BİR GÜÇ

TAVAK Başkanı Prof. Dr. Şen; Almanya’da, öteki AB ülkelerinde ve genel olarak Avrupa’da yaşayan Türk yurttaşların 50 yıllık süreçte yaşadıklarını özetlediği konuşmasında,  “Bugün Türkiye nüfusunun yüzde 5’i Avrupa Birliği ülkelerinde yaşıyor. Avrupa’daki Türklerin sayısı beş milyon iki yüz bini geçiyor. Amerika, Avustralya, Kanada gibi ülkelerde yaşayanları da eklersek bu sayı, altı milyon beş yüz bine varıyor. Bu Türkiye için çok önemli bir güç, aynı zamanda çok önemli bir fırsat. Ama Türkiye Avrupa’da çalışan, orada yaşayan bu yurttaşlarımıza seçme ve seçilme hakkını bile vermiyor, sağlamıyor. Bu konuda kimi adımlar atılsa da, maalesef bunlar çok yetersiz. Gümrüklerde oylarını kullanabilenlerin sayısı iki yüz bin, iki yüz elli bini geçmez. Bu, bir ayırımcılıktır” dedi.

Uzun zamandır AB’nin Türkiye’yi,  Türkiye’nin de AB‘yi unutmuş göründüğünü ifade eden Prof, Dr. Şen, Türk kamuoyunda AB’ye “tam üyelik” isteyenlerin oranının yüzde 36′ya kadar düşmüş olmasının da bu durumun bir yansıması olduğunu söyledi. Şen, “Çünkü orada da işsizlik var. Serbest dolaşım olsa bile, bir ülkede iş bulup yerleşmek kolay değil. Bunun da sınırları ve koşulları var ayrıca. Bir ülkede üç ay içinde kalıcı bir iş bulabilirsen ancak oturma iznine sahip olabilirsin…

Almanya’da işsizlik oranı yüzde 8 olarak açıklanıyor; Bizim TÜİK’den öğrendiler rakamlarla oynamayı, oynuyorlar!  Aslında bu ülkede işsizlik yüzde 13 düzeyinde. Türkler arasında işsizlik yüzde 30’un üzerinde çıkar. Almanya’da yoksulluk sınırının altında yaşayan Türklerin Türk nüfusa oranı yüzde 44 civarında.  Bütün bunlar AB hevesini söndüren gelişmelerdir.  Türkiye, önemi her geçen gün daha da artan bir ülke. Avrupa’dan dönüşü de iyi değerlendirir ve ayağına baltayı vurmadan büyümesini sürdürürse yine de Avrupa olabilir. Avrupa olmuş bir Türkiyeyi de ne AB reddeder ne de başkası” dedi.

Türk Alman Eğitim ve Bilimsel Araştırmalar Vakfı – TAVAK Başkanı Prof. Dr. Faruk Şen;  Avrupa’daki Türklerin durumuna bir de “Homo Ekonomikos” açısından değerlendirmek istediğini ifade ederek şöyle konuştu:

“Önce döviz gönderiyorlardı. Türkiye’de ekonominin canlanmasına bu yoldan katkıda bulunuyorlardı. Sonra Banker Kastelliler tebelleş oldu başlarına; ardından Sayın Demirel’in yeğeni Yahya Demirel gibi hayali ihracatçılar. Bunların sistemi, ‘paranı bana ver, fazlasıyla geri al’a dayanıyordu.  Yalnız Almanya’daki değil, öteki Avrupa ülkelerindeki yurttaşlarımız da paralarını kaptırdılar bu uyanıklara. Son olarak aynı yöntemi kullanan ‘İslami sermaye’ çıktı sahneye. Anaparaya yüzde 28 fazlasını vaat ederek, hekimler dahil (yani üniversite eğitimi almış Avrupalı Türkler dahil), paralarını topladılar. Bir yıl ödeyip yüzde 28’i, güven kazandılar, daha da palazlandılar, daha da büyüttüler yağmanın ölçeğini! İkinci yıl biraz biraz, ama üçüncü yıl ‘kazan öldü hoca’ dediler ve yattılar o paraların üstüne!

Eski usülde Türk ekonomisine katkıları böyle idi işte: Aldatılarak, kandırılarak, paralarının üstüne yatılarak ve yalnız bırakılarak!..

Bunların hepsi Türkiye’nin, Türk hükümetlerinin gözü önünde oldu.  O hükümetler, parmağını bile oynatmadı  Avrupalı Türkler için, Avrupa’daki yurttaşları için!..

Her musibetin bir iyi tarafının bulunduğu da bir gerçek;  bunlar olunca, bütün bunları yaşayınca Avrupalı Türkler kendi işlerini kurmaya başladılar. AB’deki  5 milyon 200 bin Türk, Avrupa’da yeni bir Türkiye kuruyor şimdi. Bu nüfus, dikkatinizi çekerim, Luxsemburg’un nüfusunun tam 12 katına tekabül ediyor. Komşumuz Yunanistan’ın nüfusunun da yarısına…

Şimdi bu, Avrupalı Türklerin Avrupa Birliği sınırları içindeki yatırımları 18 milyar Euro’yu buluyor: On sekiz milyar yatırım, 143 milyar ciro!…

Bu Avrupa Birliği cirosunun 1/3’ü, Avrupa Birliği bütçesinin 1/5’i demek!

Avrupalı Türkler arasındaki yatırımcı sayısı 2008’de 72 bin, önceki yıl 118 bindi, bu yıl 131 bin 500’ü geçti. Tek dalda, tek alanda da yatırım yapmadıklarını da hatırlatayım: Tam 121 farklı alanda, farklı sahada yatırım yapmışlar! Bu yatırımlarla istihdam edilen insan sayısı da yaklaşık 500 bin! Türk girişimcilerin yüzde 68’i Almanya’da yatırım yapıyor. Almanya’yı izleyen ülkeler Fransa ve Hollanda…

Girişimcilerin büyük çoğunluğu da AB vatandaşı olan insanlar. Avrupalı Türklerin 1 milyon 800 bini AB vatandaşlığına sahiptir. Avrupa Birliği için bunun anlamı vatandaşlarının yüzde birinin Türk olmasıdır. Avrupa’daki Türkiye işte böyle bir Türkiye’dir!”

Prof. Dr. Şen, 2020’de Türk girişimcilerin oluşturacağı istihdamın Avrupa’da 1 milyon kişiye ulaşacağını, Türk girişimci sayısının da bugünkü ivmeler dikkatte alındığında 200 bin olması gerektiğini ifade ederek, şöyle devam etti:

“Bir de, şöyle bir gelişme var: Avrupalı Türkler, 1990’dan sonra, aktardığım gelişmelerin de bir sonucu olarak,  mülkiyete yöneldiler. Bugün Avrupa’da yaklaşık 200 bin Türk kendi mülkiyetindeki konutunda oturuyor. Gelenler de var bu arada, gelmeye de zorlanıyorlar. Onların davranışına baktığımızda şöyle bir sonuç çıkıyor: Gelen, mülkünü satıp geliyor Türkiye’ye. Fakat köyüne de gitmiyor. Bursa gibi, İstanbul gibi, İzmir gibi modern şehirlere yerleşiyor. Çoğunluğu orada yaşlandı. Emekli maaşı Almanya’da düşüktür. Burada bir parça işe yarayabilir, ama orası için yoksulluk sınırının üstünde bir yaşam temin edemez. Kalanlar sosyal yardım aldıkları, işsizlik yardımı alabildikleri için kalacak. Diğerleri gelmeye devam edecek Türkiye’ye. Bunun bir anlamı da Türkiye’ye nitelikli bir işgücünün döndüğüdür. Hem nitelikli hem de sporla, sanatla, kültürle ilişkisi gelişmiş bir işgücüdür bu. Bütün bunları da dikkate almak lazım…”

BÖYLESİ TOPLUMLAR KOLAY ÇÖKMEZ

Söyleşiyi yöneten Karakaş’ın, “Sosyalist Milletvekilimiz” diye takdim ettiği ve  “Belçika’nın çok yakında bölüneceğine” dair Türkiye’de dile getirilen görüşe de açıklık getirmesini umduğunu söylediği Belçika Parlamentosu Milletvekili Fatma Pehlivan sözlerine şöyle başladı:

“ Belçika bölünür mü? Bunu bilmiyorum. Ama şöyle bir gerçek var:  17 Şubat’a değin hükümet kurulamazsa, Belçika parlamentosu 248 günde yeni hükümeti kuramamış bir parlamento olacak ve  tarihi bir rekora da imza atacak. Umarım, bu rekor bize geçmez. Olduğu yerde kalır!…”

Pehlivan, konuşmasını şöyle sürdürdü:

“Bugün sizlere Belçika’ da yaşayan Türklerin göç tarihinden ve sosyo-ekonomik koşullarından bahsetmek istiyorum. İkinci Dünya Savaşı sonrası endüstriyel açıdan gelişmiş Batı ülkelerinin hemen hepsi işgücüne ihtiyaç duyarken, Türkiye, hem iş gücü fazlası bulunan, hem de iç göçün yoğun yaşandığı bir ülke konumundaydı. Özellikle 1950′li yıllarda başlayan kırsal alandan kente ve daha sonra kentten kente göç, Turkiye’nin toplumsal ve ekonomik yapısında önemli değişikliklerin yaşanmasına yol açmıştı. Savaşta ağır nüfus kaybına uğrayan birçok Avrupa ülkesi ise, üretim merkezli politikaları için ihtiyaç duydukları iş gücünü karşılayamıyordu. Özellikle Batı Avrupa ülkelerinde nüfus artışının çok düşük düzeylerde olması ve nüfusun yaşlanması zamanla bu açığın daha da büyümesine yol açmıştı. Bu ülkeler arasında, Almanya, İngiltere, Hollanda ve yaşadığım Belçika başta gelmekteydi.

Üç yıl, olmadı beş yıl kalır, biraz para biriktirip memlekete geri döneriz düşüncesiyle Batı Avrupa ülkelerine doğru baslayan işçi göçü yaklaşık 50 yılı geride bıraktı. Belçika’ya ilk Türk işçileri 1960′lı yıllarda geldiler. Bu işçilerin büyük bir kısmı Limburg ve Vallon bölgelerinde bulunan maden ocaklarında çalışmaya başladılar. Bir bölümü de büyük şehirlerdeki tekstil fabrikalarında işe başladı. Göç başladığında bunun geçici bir dönem olacağı düşünülmüştü. Göçmen işçiler para kazanıp Türkiye’ye temelli dönüş yapma düşüncesindeydi; ama gerçekte böyle olmadı. Aile birleşimi yasasıyla göçmen topluluğunda artış olunca, Belçika devleti 1974′te göç anlaşmasına son verme kararı aldı. Sonuç olarak işçi vatandaşların %70′i Türkiye’ye geri dönme isteğinden vazgeçti. Geçici bir süre için Belçika’ya gelmiş, daha sonra oraya yerleşmiş ve kendilerine bir hayat yolu çizmiş olan Türk vatandaşlarına hala göçebe demek yanıltıcı olmaktadır. Bu kişilerden ‘yeni Belçikalılar’ diye söz etmek daha doğru bir yaklaşım olacaktır.

Yeni Belçikalıların beraberlerinde getirdiği yenilik ve sosyo-kültürel talepler, yaşanılan değişikliğe henüz hazır olmayan yerli vatandaşlar ve Belçika hükümeti için çeşitli zorluklara yol açtı. Çoğunluğu Hristiyan olan Belçika’ya, Türkler ve onlarla aynı dönemlerde, aynı amaçlarla gelen Faslılar İslam dinini getirdiler ve tanıttılar. Bir diğer zorluk ise, çoğu göçmen Türklerin aynı yöre ve kesimlerden gelmeleriydi. Bu, daha sonra, kendi içlerine kapanmalarını, yerel halkla ilişkiye geçmemelerini ve dolayısıyla Belçika’daki yaşam tarzına tam olarak uyum gösterememelerini beraberinde getirdi. Söz konusu kopukluk, her iki taraf için, özellikle gelecek nesilleri etkileyecek ciddi sıkıntılar yarattı. Örneğin gençlerimiz Flamanca ve Fransızcaya yeterince hakim olamamakta ve bu durum Belçikalı vatandaşlarla sağlıklı iletişim kuramamalarına yol açmaktadır. Dil yetersizliği sadece sağlıklı iletişimi engellemekle kalmıyor, daha birçok alanda sorunlara yol açıyor. En önemlisi de gençlerimizin eğitim düzeyi…

Günümüzde Belçika’ da yaşayan Türklerin eğitim seviyesi birinci ve ikinci kuşağa göre daha ileri olsa da istenilen düzeyde değildir. Bunun en büyük nedeni, halen birçok öğrencinin Fransızca ve Flamancada zorluk çekmeleridir. 2009 yılında yapılan bir araştırmaya göre, Belçika’ da yaşayan Türklerin %81′ i çocuklarının yüksek öğretim görmesini arzu ediyor. Ancak ne yazık ki, yüksek öğretim gören Türk öğrenci sayısı %3′lerin altında seyrediyor.

Türk gençleri arasında okuyanların oranının çok düşük olmasının gerekçesini birkaç kelimeyle özetlemek gerekirse şöyle söyleyebiliriz: İyi bir ilkokul eğitimi almadan ortaokulda, iyi bir ortaokul eğitimi almadan lisede, iyi bir lise eğitimi almaksızın da üniversitede başarılı olunamaz. Aslında problemin temeli daha anaokulunda başlıyor. Ailelerin %40′ ı çocuklarının kaydını yabancı asıllı çocukların yoğun olduğu okullara yaptırıyor ve büyük bir çoğunluk çocuklarını düzenli olarak okula göndermiyor. Durum böyle olunca da, Türk asıllı çocuklar, yaşıtları çocuklara kıyasla öğretim hayatlarına ister istemez bir adım geriden başlamak zorunda kalıyorlar.

Dil yetersizligi haricinde, Belçika’ da doğup büyüyen Türk gençlerinin üniversite eğitimine gereken önemi vermemelerinin muhtemel nedenlerinden birisi de, Belçika devletinin sağlamış olduğu sosyal olanakların olumsuz etkisidir. Eski Türkiye Cumhuriyeti Brüksel Büyükelçisi bir konuşmasında şöyle demişti: “Gençlerimiz eğitime pek fazla ilgi göstermiyorlar. Bundan dolayı ben daima kendilerine tavsiyelerde bulunuyorum. Ancak Belçika’nın sağlamış olduğu sosyal imkanlar bizim gençler üzerinde menfi etkide bulunuyor. Mesela burada işsizlik parası var. Maalesef bizim vatandaşımız bu işsizlik parasına daha fazla meyil eder duruma gelmiş”. Yani Belçika’da okuyan ve okumayanlar arasında bir farkın olmadığı düşünülmektedir. Beş yıl okuyup 300 Euro fazla kazanacağıma okumasam da olur düşüncesi vardır.

Araştırmalar Belçika’da yasayan Türklerin, diğer etnik gruplara nazaran, kendi ülkeleriyle daha yoğun bağları olduğunu göstermektedir. Verilere göre gençler evleneceklerinde gelinlerin %75′i, damatların ise %70′i Türkiye’den getirilmektedir. Türkiye’den ev, arsa almakta, Türk iletişim araçlarına ve Türkiye siyasetine ilgi göstermektedirler. Bunlar elbette güzel, ama ithal gelin ve damatların beraberlerinde zorluklar getirdiklerini gözden kaçırmamalıyız. Yeni gelen gelin ve damatlar dil sorunları yaşıyor. Yeni geldikleri ülkenin kültürüne pek kolay uyum sağlayamıyorlar. Durum böyle olunca da, kendi çocuklarının eğitimine, dil öğrenmesine katkıda bulunamıyorlar.

Bir ülkede yaşayan yabancıların, yaşadıkları ülkeye yönelik besledikleri duygu ve düşünceler, o ülkeden ne bekledikleri ve kendilerini o ülkeye ne kadar bağlı hissettikleriyle ilişkilidir. Bu durumda belirleyici olan ise, yabancılardan ziyade, o ülkenin yabancılara yönelik uyguladığı politikalardır. Göçün ilk yıllarında göçmenlerin ve ailelerinin Belçika’ya uyumlu bir şekilde dahil edilmeleri zorluklarla geçti. Altmışlı yılların ortalarından seksenlerin sonuna kadar göç politikalarından bahsetmek dahi söz konusu değildi. Ancak küçük çaplı, gönüllü olarak çalışanlardan oluşan yerel girişimlerden ve gruplardan söz edilebiliyordu. Göçmenlerle ilgilenen ulusal veya bölgesel hiçbir kurum yoktu. Bu gönüllü derneklerden seksenli yıllarda yeni bir sektör oluşmaya başladı: yetişkinler için temel eğitim. Bununla birlikte profesyonel bir şekilde dil kursları düzenlenmeye başlanıldı. Göçmenlerin topluma uyum sağlaması ve kendilerini daha iyi ifade edebilmeleri için bu büyük bir adım oldu.

Seksenli yılların sonunda genç göçmenler hoşnutsuzluklarını sokaklarda protesto eylemleri yaparak, şiddete başvurarak belli ettiler. Bu yaşananlar Belçika siyasetçilerinin göçmen sorununun farkına varmalarına ve sorunun köklerinin daha derinlerde olduğunu anlamalarına sebep oldu. Protesto eylemlerinin çeşitli ve gayet geçerli sebepleri vardı; örneğin göçmenler aynı mahallelere yerleştirilmişlerdi ve bu da gettolaşmaya sebep olmuştu. Buna bağlı olarak da semt okullarında sadece belli bir ülkeden gelenlerin çocukları çoğunluğu oluşturuyordu. Yani bazı okullara hemen hemen sadece Türk çocuklar, bazılarına da sadece Faslı çocuklar gidiyordu. Bu durum söz konusu okullarda Flamanca ve Fransızca dillerinin tam anlamıyla öğretilmesine engel olmaktaydı. Az önce de bahsettiğim gibi Belçika’da yaşayabilmeleri için olmazsa olmaz önemde olan Fransızca veya Flamancayı tam olarak öğrenmemiş bir nesil, hatta nesiller yetişmişti; ve ne yazık ki bu eksikliğin telafi si pek mümkün değildi.

Bu sorun gençlerimizin yüksek öğretime geçiş yapmalarında da güçlüklere yol açtı. Fakat dil yetersizliğinin tek engel olduğunu iddia etmek gerçekleri tam olarak analiz etmemizi olanaksız kılar. Öğrenci danışma merkezlerinin yanlış yönlendirmelerini de gözden kaçırmamamız gerekir. Genel olarak göçmen öğrencilere yüksek eğitim almalarını tavsiye etmiyorlardı. Yani bu noktada gençlerimiz açık bir ayrımcılığa, hatta tabiri caizse yabancı düşmanlığına maruz kalmışlardır. Ayrımcılık sadece eğitim hayatlarıyla sınırlı kalmamış aynı zamanda iş hayatlarına da fazlasıyla yansımıştır. Bu konuları tartışmak ve üzerlerinde çalışmak üzere, ancak yarım asır sonra,  Entegrasyon merkezleri olarak adlandırılan kurumlar açılmaya başlanmıştır.

2010 yılında artık dördüncü nesilden bahsetmem mümkün; ama maalesef varılan noktanın pek de iç açıcı olduğunu söyleyemeyeceğim. Eğitim ve istihdam alanlarında hala önümüzde aşmamız gereken çok uzun bir yol var. Bu ikinci hususu biraz daha açmak istiyorum. Ekonomik açıdan Avrupa’daki Türkler son derece önemlidir, çünkü önemli bir tüketici topluluğu oluşturmaktadır. Kırk yıl önce gelen Türklerin tek bir amaçları vardı: mümkün olduğunca çok para kazanmak, Türkiye’de yatırım yapmak veya Türkiye’deki ailelerine maddi yardım sağlamak. Daha sonra aile birleşimi yasasıyla bu düşünceler değişmeye başladı. Gurbetçilerin eş ve çocukları da Belçika’ya geldikten sonra tüketimlerinde ciddi artışlar oldu. Türkler yavaş, yavaş işyerleri açmaya, mal mülk sahibi olmaya başladılar. Sosyal ve kültürel faaliyetler de hız kazandı. Çoğu Belçika’ da doğmuş çocuklar okula gidiyorlardı. İlk Türk doktorları, avukatları, mühendisleri, öğretmenleri mezun oluyordu. Belçika artık birçok göçmen için ikinci bir yurt olmaya başlıyordu. Bu vatandaşlar artık ülkelerine geri dönme düşüncesinden vazgeçiyorlardı.

Ne var ki daha önce belirttiğim gibi durum tozpembe değildir. Aksine Türk vatandaşlarımızın istihdam alanında da aşması gereken pek çok sorun vardır. 2001 verilerine göre Avrupa’daki 3.767.000 Türk vatandaşın sadece %32,8′i iş sahibidir. Bu rakamlar vatandaşlarımızın çoğunun işsizlik sorunu yaşadığını göstermektedir. Buna yol açan nedenlerden sadece bir kaç tanesi: 1) kadınlarımızın büyük bir bölümünün çalışamaması 2) işverenlerin ayrımcılığı 3) gençlerin yüksek oranda eğitimsiz olmaları..

Maalesef ikinci nesil Türkleri yüksek makamlarda görme ihtimali çok düşüktür. Vatandaşlarımız daha çok eğitim gerektirmeyen işlerde çalışmaktadır. Bu yüzden eğitimin öneminin altını bir kez daha çizmek ve bu konuya biraz daha değinmek isterim. Eğitimde ciddi ve zamanla gitgide büyüyen bir eksiklik ve bir sıkıntı yaşanmaktadır. Yabancı uyruklu öğrencilerin yüksek eğitime ilgisi yetersizdir. Yüksek öğretim gören Türklerin sayısı sadece %3′e ulaşamamaktadır. Bu içler acısı durumun nedenlerinden bir tanesi de gençlerin iş bulmakta her halükarda ayrımcılıkla karşılaşacaklarını düşündükleri için, emek sarf etme gereği duymamalarıdır. Bazı gençlerin ise üniversiteye geçişi olanaklı kılan düzeyde bir lise diplomaları olmadığından yüksek öğretime başvuramadıklarını görmekteyiz. Araştırmalar işsiz ailelerin çocuklarının okuldaki performansının, çalışan ailelerin çocuklarına göre daha düşük olduğunu göstermektedir. İşsizliğin ve eğitimin seviyesinin düşüklüğünün muhakkak ayırımcılıkla da ilgisi vardır. Bu ayrımcılık hem şirketlerde, hem de okullarda görülebiliyor.  Örneğin,  öğrenci danışma merkezlerinde öğrencilerin yüksek öğretime devam etmelerine engel olunmaya çalışıldığı tespit edilebilmiştir.  Konunun derinine inmek gerekirse, gelen ilk göçmen topluluğu küçük bir topluluk olduğu için ayrımcılığa uğraması pek mümkün değildi. İkinci nesille birlikte yabancılara karşı tutumlar da değişmeye başladı. Yabancı topluluklar iş alanlarında dışlandı. Bu insanlara iş verilmesi de, bazı kahvehanelere girmeleri de engellenmiştir. Bu yüzden 1998 yılında ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına karşı yasa parlamentoda kabul edilmiştir.

Bu tarihten sonra yasaya aykırı olan faaliyetler sorgulanabilecek ve cezalandırılabilecektir. Yasanın 10. yıldönümünde suç teşkil eden faaliyetlerin %96′ sının cezasız kaldığı fark edilince, yasa tartışmaya açılmış ve sonunda 1994 yılında bazı yeni maddeler eklenmiştir. Daha sonra 2003 yılında gözden geçirilip tekrar değiştirilmiştir. Bundan böyle ırkçılık ve yabancı düşmanlığı yaptığı iddia edilen kişi bunun aksini ispat etmekle hükümlüdür. Ayrıca ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına teşvik etmek de yasal olarak suç olarak tanımlanmaktadır. Irkçılığa teşvik eden siyasi partiler de kapatılabilecektir. Nitekim geçtiğimiz yıllarda Flaman bölgesinde bir parti bu nedenle kapatılmıştır.”

BİZ, BİRBİRİMİZİ DİNLERİZ; FİKİRLERE SAYGIMIZ VAR

Danimarka Parlamentosu Sosyal Demokrat Milletvekili Hüseyin Araç, konuşmasına Türk göçmenlerin Danimarka’daki yaşam koşullarını anlatarak başladı. Çorum’da 1956 yılında doğduğunu, 1972 yılında  da Danimarka’ya gittiğini belirten Araç: “Babam oradaydı, Türkiye’deki olaylardan kaygılandığı için beni yanına aldı. Hep ‘birkaç yıl sonra döneriz’ diyordu. Önceleri onun gibi düşünüyordum ben de. Ama bir süre sonra bir daha Türkiye’ye dönemeyeceğimize kanaat getirdim. Buna karşılık, temennisine hiç karşı çıkmadım. O dileği hep paylaştım. Şunu belirtmeliyim: Bu yalnızca babamın değil, birinci kuşağın ortak hayaliydi. Orada biraz para kazanıp Türkiye’ye dönme hayali ile yaşadı bu kuşak. İkinci kuşakta ise durum tamamen değişti. Artık Türkiye’ye dönmeyi çok fazla isteyen yoktu. İki kuşak arasındaki farklılıklar önemli boyutlarda. Örneğin babam, okuyup yazmayı askerlikte öğrenmiş. Annem ise ne okumayı, ne de yazmayı biliyordu. Buna karşılık, üçüncü kuşağı oluşturan kızım ilkokuldan, liseye ve üniversiteyi kadar tamamen devletlin olanaklarıyla eğitim görerek göz hekimi oldu.  Bundan daha iyi ‘uyum’ olabilir mi?

Birinci kuşak, orada yapamadığı için ancak dönmeyi düşünebilirdi. Eğitimsizdi, yalnızca kaba işlerde çalışabiliyordu. Oysa ikinci kuşak daha iyi bir konum edindi. Çünkü eğitim devletin işi kabul ediliyor orada. Göçmen baba ve anneye çocuğun okulu hiçbir şekilde yük getirmiyor. Mesela bize Türkçe öğrenelim diye, yalnız Türkçe de değil ne istersen, öğretmen sağlıyor. Öğretmenin ücretini de devlet ödüyor. Sana düşen öğrenmek. Yalnız Danca, başka dil öğretmem de demiyor. İster Türkçe, ister Almanca, istersen Fransızca öğrenmek iste, engel yok…

Sendikal haklar bakımından bir cennet sayılabilir Danimarka. Toplu sözleşmelerde değişmeyen maddedir: çalışmayan ücretinin yüzde 90’ının alır! Güzel değil mi? Mültecilerin hep haklarını savundum orada. Ama alavereci, dalavereci mülteciyi neyleyim ben? İşsizlik yardımıyla, sosyal yardımla geçinmenin yolunu buluyor. Ne çalışıyor, ne okuyor, ne eğitim istiyor. İstediği yalnızca para! Ama bu çark nasıl döner? Dönmüyor tabii, dönmez de. O zaman sıkıntı başlıyor.

Bütün Batı Avrupa ülkelerinde sıkıntı var. Çalışmayan insana, çalışana verdiğin ücretin yüzde doksanını verirsen Çin ve Hindistan’la rekabet etme şansın olmaz. Şöyle bir farklılık var, Bilgi toplumundan söz ediyoruz. Danimarka bir bilgi toplumudur. Nüfusun yüzde 94’ü üniversite mezunu, kadını erkeğiyle.  Böyle olduğu için bu kadar haklar var orada. Böyle olduğu için sokaklarda insanları biber gazıyla, tazyikli suyla yola getirme derdine düşmüyor kimse. Böyle bir toplum kolay çökmez!

Mesela, benim ülkemde hiç kimse parti liderinin işaretiyle ne milletvekili olmayı, ne  partide ya da devlette, kamuda her hangi bir makam sahibi olmayı bekler. Çünkü böyle bir şey olmaz. Çünkü böyle bir isteği olanı küçümserler. Böyle bir isteği yerine getirmeye kalkışacak genel başkanı da küçümserler benim ülkemde…

Pekiyi nasıl oluyor, nasıl yapılıyor orada politika? Partide, hangi partideysen, belli bir süre sıradan üye olarak çalışırsın, iki yıl, üç yıl. Herhangi bir görev için aday olduğun zaman, parti senin gibi tüm adayların bir listesini yapar ve tek, tek bütün üyelerine gönderir. Üyeler, listeyi inceler ve bu geniş listeden kendi listesini çıkarır. Üyenin yaptığı bu liste partinin il merkezine, genel merkezine filan değil, doğrudan notere gider. Partinin listenin nasıl şekillendiğinden haberi bile olmaz, noterlik resmi sonucu açıklayıncaya kadar.  Parti ne yapar? Üyelerinin belirlediği bu son listeyi seçmenin önüne koyar. İşte ‘benim adaylarım bunlardır’ der!..

Partinin genel başkanı benim üye olduğum yerel örgüte dese ki, ‘Arkadaşlar; bu Hüseyin arkadaş benim için çok önemli. Biraz kollasak da listenin iyi bir yerinde yer alsa’ dese, en dibe düşmese de bir anda on sıra aşağıya düşer yerim.

Biz birbirimizi dinleriz. Fikirlere saygımız var. Halk seçimlerde partileri izler, dinler, programlarını, önermelerini kıyaslar kararını verir. Burada (Türkiye’de) bu biraz eksik. Türkiye’de başbakan olsam ilk iş olarak şunu yapardım: Doğu bölgemizden kamyonlara doldurulup sığır taşınır gibi Batıdaki çiftliklere taşınan insanların durumuna müdahale ederdim. Şantiyelerde, çimento torbalarını örtünüp yatan insanların durumuna müdahele ederdim. ‘Yahu şuraya bir kulübecik olsun yapamaz mısın?’ derdim. Yap arkadaş şuraya bir kulübe, şu insanlara yemek ver, sıcak bir çorba ver, bunlar da bizim insanımız!..

Avrupa’da siyaset yapan Türklerin durumuna bakarsak; yüzde 90 oranında sosyal demokrat partilerden başlayıp sola doğru gider. Fakat çok tuhaftır: Danimarka’da bizim seçmen orada ırkçılığa karşıdır, ırkçı partinin adayını asla dinlemez. Irkçı partinin söyleminden de nefret eder çünkü. Ama Türkiye’ye gelince aynı hassasiyeti yok olur gider. Arkadaş ırkçılığa karşıysan orada, burada da karşı ol, ne olur! Türk seçmen asla şaşmaz, Danimarka’da ayırımcılığa karşı ve insan haklarından yana olan partileri tutar. Oyunu onlara verir, Türkiye’de gelir sağ partiye oy verir. Bunu hiç anlayamıyorum arkadaşlar…

‘Irkçı parti’ dedim, ama ‘iyi ırkçılar’ da diyeceğim. Aslında hiçbir ırkçı ‘iyi’ değildir. Hiçbir ırkçı için ‘iyi’ demem asla, ama şu örneği vermek zorundayım: Millitvekili seçildiğimde bazı tehditler almaya başladım. O sırada ırkçılar böyle bir rüzgar estiriyorlardı. Zarf içinde kurşun (mermi) filan gönderdiler. ‘Ayağını denk al’ gibisinden. Irkçı partinin sözcüsü , bunu yapanları kamuoyu önünde lanetleyip suçladı ve böylesi davranışlara karşı yanımda olacağını açıkça gösterdi. Diyeceğim, ırkçı da olsa demokrasiye, demokrasinin ideallerine ve demokrasi düşüncesine saygısı var!…

Danimarka’da ‘sağ’ veya ‘sol’ demiyoruz biz. Bunun yerine ‘Kırmızı’ ve ‘mavi’ diyoruz.  Benim ülkemde şu an, kırımızı blokla mavi blok arasındaki oy farkı yalnızca yüzde 3 dolayında. Oysa yabancılar; göçmenler bilinçli oy kullansalar bu fark bir anda yüzde 10 düzeyinde olur.

Gelecek seçimlerde Avrupa Parlamentosu milletvekili olmak için adaylığımı koyacağım. Belki başka ülkelerde başka Türkler de adaylıklarını koyacaklar. Belki de seçimlerden sonra 5 veya on Türk milletvekili göreceğiz orada. Onun için değerli canlar, ‘Enseyi karartmayalım’ derim. Bir de, arkadaşlar, muhalefet hep yanlış söylemez. Muhalefet bazen dosdoğruyu söylemiş olabilir. Bunu kabul etmek kimseyi küçültmez… “

TÜRKİYE AB’YE GİRMELİ Mİ? BENCE HAYIR

Söyleşide son konuşmayı Aşağı Saksonya Eyaleti’ne bağlı Delmenhorst Hür Demokrat Parti (FDP) İl Genel Meclis Üyesi ve Grup Başkanvekili Murat Kalmış yaptı. Karakaş’ın “Avrupa’daki liberal plitikacımız” diye tanıttığı Kalmış, konuşmasına yerel seçimlerde Alman seçmeninin tavrını değerlendirerek başladı. Kalmış, Almanya’da özellikle belediye seçimleri ile il genel meclisleri seçimlerinde seçmenin kişilere değil, uygulamalarına ve önermelerine baktığını, bunun da Yeşil Parti’den başladığı siyaseti FDP’de sürdürmesinde etken olduğunu söyledi.

Kalmış sözlerini şöyle sürdürdü:
“Almanya’da 1971 yılında doğdum. Annem ve babam 1969 yılında Van’dan Bremen’e gelmişler. Ben üçüncü kuşaktanım.  Babamın Almanya’dan bütün beklentisi bir süre çalışıp Türkiye’ye dönmekten başka bir şey değildi. Ama 45 yıl çalıştı orada, emekli oldu, emekli ikramiyesini de aldı ama Türkiye’ye gene de gelemedi. Emekli maaşı 650 Euro. Bu para Almanya için çok düşük, fakat orada emekli olanlar buradaki gibi maaşlarının yüzde 60’ını, 70’ini değil ancak küçük bir kısmını alabilir. Bunun Avrupa’da genel bir durum olduğu söylenebilir. Babam ve annem ne benim ne de ablamın eğitimi ile ilgilendiler. Buna çok fazla imkanları da yoktu. Ayrıca çok gerekli de görmüyorlardı. Ben itfaiye akademisinde okudum, okul biter bitmez de çalışmaya başladım. Aslında, biz ikinci ve üçüncü kuşak hazıra konduk! Avrupa’da asıl sıkıntıyı çeken bizden öncekilerdir…

Şu an Almanya’da Türklerden 5 Federal Milletvekilimiz, bir Eyalet bakanımız, bir de genel başkanımız (Yeşiller Partisi Cem Özdemir) var. Bu sayıların önümüzdeki yıllarda daha da artacağını öngörebiliriz. Çünkü eğitimli Türklerin sayısı artıyor. Sosyal problemlerle daha çok ilgileniyorlar. Toplumda dikkat çekiyorlar. İyi projeleri varsa, ilgi de uyandırıyorlar. Sosyal düşünen bir insanım. Bir dönem milletvekilliği yaptım. İki dönemdir de il meclisi üyesiyim. Bu mecliste partimin grup başvekiliyim. Bana kalırsa, Türk milletvekillerinin daha çok çalışması lazım. Sonuçta bir ‘kara kafa’sın, Türksün! Partide kabul görmen, Alman seçmenin de seni tanıması için, diğer milletvekillerinden çalışkanlığınla, üretkenliğinle ayrılman lazım.

Mesela, özürlülere ilişkin bir proje hazırladım ben. Bu projeme liberaller sahip çıktığı için, ben de onlara gittim. Buna rağmen, yani partimden ayrılıp oraya gitmeme rağmen, ikinci seçimde oylarım beşe katlandı. Demek ki, ne olursa olsun çalışmak gerekiyor. Çalışırsanız önyargıları da kırabiliyorsunuz.

Yaşadığım bir olay var: Murat Kaya adındaki bir yurttaşımız Türkiye’den Almanya’ya dönerken Sırbistan’da bir trafik kazası geçiriyor. O kaza nedeniyle bu ülkede iki yıldır hapishanede yatıyor. Orada resmen çürütülüyor. Ailesi burada ne kadar uğraşmışsa da, pek bir şey yapan olmamış anlaşıyan. Benim haberim olduğunda telefonla hemen parti başkanıma bildirdim. Hemen durumuyla ilgileneceğini söyledi. Almanya cumhurbaşkanına mesaj ilettim, bir dakika bile geçmedi aradan bana döndü (telefonla aradı). Ne olduğunu ayrıntılarıyla dinledi benden. Düşünebiliyor musunuz, Almanya Cumhurbaşkanı bir Türk vatandaşının telefonuna dakika içinde dönüyor! Türkiye’de ise sayın Başbakan’a, Sayın Cumhurbaşkanı’na, Sayın Egemen Bağış’a ve başka yetkililerimize mesajımı iletmeme karşılık, bugüne kadar dönen (arayan) hiç kimse  olmadı!

Sanıyorum demokrasi budur. Bir vatandaşınızın bir sorunu varsa, onu hem iletmesi hem de en kısa zamanda yanıtını almasıdır.

Burada, bir yakınıma sordum, ‘Seçimlerde kime oy vereceksin’ diye, ‘Oyumu şu partinin liderine vereceğim’ dedi. ‘Neden, başkasına değil de ona veriyorsun’ diye sordum. Cevabı şöyle oldu: Valla bu adamda iş var!…

Programı nedir, biliyor musun? Senin en öncelikli meselelerin hakkında ne düşündüğünü biliyor musun? Hayır! O zaman, besbelli ki seçimini iyi yapamazsın. Seçimini iyi ve doğru yapamıyorsan, demokrasi de olmaz…

Deniliyor ki, Avrupa’da insanlarımıza sahip çıkılmıyor! Buradaki insanlarımıza sahip çıkılıyor mu pekiyi? Buradaki insanına sahip çıkmayan, Avrupa’dakine sahip çıkar mı?

Bunlardan sonra, kendime şu soruyu soruyorum: Türkiye Avrupa Birliği’ne girmeli mi?

Bence hayır!

Demokrasiyi yaşamamız ve yaşatmamız lazım önce. O zaman her şey iyi olacak..”

Kalmış’ın konuşmasının tamamlamasından sonra söyleşide soru ve yanıtlara geçildi.

İlgili yazılar:

Bunlara da bakabilirsiniz...

Yorumlayın